hayat ve müzik

Kendi kendime hayat ve müzik üzerine konuşuyorum. Allah sonumu hayretsin.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

Bizim Tüp Geçit’imizi Neden Japon’lar Yapıyor?

Bilindiği gibi Üsküdar’dan karşı tarafa tüp geçit inşaatı yapılıyor. Peki bu inşaatı neden Japon’lar yapıyor? Uzatmadan hemen cevabını vereceğim. Efendim her şey Üsküdar’ın kazılmaya başlaması ile başladı…Çok sayın İETT şöyle bir uygulama başlattı. E-5’den Üsküdar’a giden otobüslerin Üsküdar’a gitmesini yasakladı. Harem’e son durak inşa etti. İnşa etti derken 10 tane durağı geldi koydu oraya. Plana göre İETT ve halk otobüsleri Harem’e kadar gidecek orda bütün yolcularını yola boşaltacak ve Harem-Üsküdar arasında çalışan ring seferler ile otobüs ve dolmuşlarla Harem’e gelip boşaltılan yolcular taşınacaktı. Ancak plan sizinde düşündüğünüz gibi işlemedi. Çünkü sabahleyin camlara yapışık olarak işlerine gitmeye çalışan insanların sayısı o kadar fazlaydı ki Harem’e bırakılan yolcuları öyle bir iki ring seferle Üsküdar’a taşımak imkansız görünüyordu. İETT hemen (3. gün) bu duruma müdahale etti ve otobüsler tekrar Üsküdar’a gitmeye devam etti. Devam etti etmesine ama gelen otobüslerin üstünde Üsküdar yazmıyordu. 15-20 dakika bekledikten sonra üstünde Harem yazan bir otobüse Üsküdar’a nasıl gideceğiz diye soran yolculara üzerinde Harem yazan otobüslerin Üsküdar’a gittiği söylendi. Kahramanlarımız sadece Türkiye’de olacak bir olayla karşı karşıyaydılar. Üstünde Harem yazan otobüs Üsküdar’a gidiyordu. Tamam Harem’den geçiyor belki ama sonuçta Üsküdar’a gidiyor. Üsküdar’a giden otobüsün üstünde neden Üsküdar yazmaz? Bu sorunun cevabı da İETT’de gizli. İETT veya oraya buraya tüp geçit inşaatı iskelesi vb tabelalar asmasını bilen Ulaştırma Bakanlığı’nın talimatı ile yolcuların Harem’e yakın zamanda taşınacak olan son durak ve deniz yolları iskelelerine şimdiden alışmasını sağlamak için böyle bir uygulama yapıldığı İETT şoförleri tarafından bizlere söylendi. Sonuç olarak üstünde Harem yazan otobüse binerek Üsküdar’a giden otobüslere binmeye alıştık. Alıştık alışmasına ama bu seferde Kız Kulesi’ni biraz geçtikten sonra inşaat olması nedeniyle orada indirilmeye başlandık. Sabahın köründe işlerine yetişmeye çalışan yüzlerce çalışan inşaatın etrafından dolaşarak Vapur iskelesine gitmek zorunda kalıyordu. Ayrıca 1km’ye yakın bu şantiye çevresinden yürüyen yayalar ile taşıtlar aynı yollardan gidiyor zaten otobüsler tarafından yola bırakılan yolculara bir tekmede araç şoförlerinden geliyordu. Geliyordu dediğime bakmayın bu iş hala böyle. Kış kapıda, yağmur çamur başlayacak ve yolcular hala 1km geride bırakılarak yürümeye zorlanacak.

Japonların bu konuyla bağlantısı ise tam burada açığa çıkıyor. Sen ilk önce kendi halkını düşünmezsen sürekli daha iyisini yapmaya çabalamazsan elin Japon’u gelir senin paralarını cebine indirip tüp geçiti yapar. Sende mal gibi izlersin. Oraya bir üst geçit yapalım ya da başka bir çözüm bulalım ki halkımız koca şantiyenin etrafını dolaşmak zorunda kalmasın diye düşünen yok. Kesinlikle bu işle ilgilenen kurum ne ise onda ki görüş şu şekilde “ Ulan biz bu tüp geçiti kendimiz için mi yapıyoruz? Onlar için yapıyoruz. Birazcık yürüyüversinler!” Biz bu kafayla daha çok yürürüz ama bu düşünce tarzına sahip yöneticiler daha ne kadar bu şekilde yürürler onu bilemiyorum.

Emre Kongar – Tarihimizle Yüzleşmek


Yıldız Teknik’ de okurken bir iki sosyoloji dersine girmiş ve gençliğin verdiği kendini bilmezlik ile “bu ders benim için çok sosyal ve etkileşimli geçiyor” diyerek bir daha gitmemiştim. Bu kitabı okuduğumda ve Prof. Kongar’ ı her görüşümde salaklığımı düşünüp duruyorum. Neyse başlıkta da görüldüğü gibi Prof. Kongar’ ın Tarihimizle Yüzleşmek isimli kitabını okudum son olarak. İnternetteki başıboş yorumlarla birlikte birkaç köşe yazarının kitapla ilgili yorumlarını okudum. Çoğuna katılmamakla beraber kitabın gerçek tarih peşinde koşan meraklılar için bir “tarihe giriş” kitabı seviyesinde olduğunu söylemek isterim. Kitabı eleştirenlerin çoğunun “baştan sağma yazılmış, bu kadarını biz de biliyoruz ya da hanimiş kaynak gösterse, belge gösterse daha iyi olurmuş” şeklinde ki eleştirilerini Prof. Kongar zaten önsözde cevaplıyor. Bir toplumbilim öğrencisi olarak bu kitabı yazmasının amacının, tarihi olaylar arasında bulduğu neden-sonuç ilişkileri ve saptırılmaya çalışılan gerçekleri bizimle paylaşma isteği olduğunu belirtiyor. Askeri darbelerin gerçek nedenlerinin, yakın tarih siyasetçilerimizin davranışları ve ermeni meselesi gibi güncel konulara da değiniyor.

Sonuç olarak kitap ile ilgili söyleyeceğim tek şey, özellikle yakın tarihimizde neler olup bittiğini tam olarak bilmeyen genç neslin okuması gereken bir kitap olduğudur.

Ps: Kitapta çok fazla tekrar cümle var. Okurken bunlar biraz rahatsızlık verse de bir yerden sonra bu tekrarların okuyucunun kafasında bu konuları taze tutmak için bilerek yapıldığına kanaat getirdim. Prof. Kongar’ ın bu konulara merak salıp en ince ayrıntısına kadar araştırmak isteyen okuyucularını da düşünerek verdiği referans kitaplar bir kenara not edilmeli.

Baba ve Piç


Okuduk ettik ne Türk’ lüğüm aşağılandı ne başka bir şey oldu. Ben dilinden veya edebi değerinden çok anlamam ama okuduğum şeyi anlayabilen biriyim. Kısaca roman’ın olayı şudur. Elif Şafak erkek egemen bir toplumda her türlü kadın tipini serpiştirmiş romanın içine. Biraz milliyetçiliğin dozu konusuna değinmiş ama anlayan için. Ensest bir ilişki koymuş içine, biraz da ermeni bağı katınca olmuş bitmiş. Böyle yazdım diye yanlış anlaşılmasın romana kötü diyor değilim. Roman oldukça akıcı ve başarılı bence. Olay örgüsü felan tamamdır, yani olmuş. Bence tek sorun zaten tahmin edilen ensest ilişki sanki unutulmuş ve sonradan eklenmiş bir yama gibi duruyor. Sanki Elif Şafak “ulan bu ensest olayını yazacaktım sona gelmişim dur şuraya ekleyivereyim.” demiş gibi geldi bana.

Ayıp olan şey; tamamen kurgu olan bir roman içinde bazen bir cin (evet cin) bazense Türk’leri doğru düzgün tanımamış olan kim bilir kaçıncı kuşak Türk nefreti ile büyütülmüş ermeni gençlerin web de konuşurken ağızlarından çıkan “Katil Türk’ler” vb ifadeler yüzünden bir yazarın bu ülkede yargılanmış olmasıdır.

Hayatlarında Fotomaç’tan başka yazılı bir şey okumayan her semtte gördüğümüz mahalle delikanlılarımız da tıpkı romanda ki ermeni gençleri gibi bir nefreti onlara karşı beslemektedir. Ne olup bittiğine dair en ufak bir fikri olmayan ve araştırmayan bu gençler ya aşırı milliyetçi aileleri tarafından bu şekilde yetiştirilmiş ya da sürü psikolojisi ile bu nefreti almışlardır.

Ermeni meselesinde Türkiye’nin yapması gereken tek şey, bu konu her açıldığında tüh kaka deyip insanları yargılamak yerine bu konuya dair konferanslar düzenleyerek her platformda belgeleri ile Ermeni meselesini tartışmaya hazır olduğunu tüm dünyaya göstermektir. Biz konuşmaya çalışanların ağzını kapatıp yaptırımlar uygulama kalkarsak bu konuda ki masumiyetimiz her zaman şüphe altında kalacaktır.

İnsanın Annesinin Kitap Yazması

Annemin roman’ının çıktığını etrafımda ki herkes biliyor. Şimdi blog umu zevkle takip eden çoğu insandan (günlük ortalama 0.24 kişi düzenli olarak takip ediyor) şu tepkiyi alacağım. “Ulan annen roman yazmış sen daha dilbilgisi kurallarını bilmiyorsun denyo!!!” Evet hakkaten böyle bir doğru söze nasıl karşılık verebilirim? Madem ki karşılık veremiyorum o zaman konuyu değiştireyim.

Hafta sonu birkaç kitap bakayım diye Kadıköy’de Alkım’a girdim. Yeni çıkanları alıp kurcalayıp ulan şunu da almak lazım bunu da okumak lazım deyip deyip kitapların tozunu alıp tekrar yerlerine koyuyordum ki annemin kitabını “yeni çıkanlar” rafında gördüm. Ciddi ciddi o rafta duruyordu. Kitabının bir yanında Emre Kongar diğer yanında Elif Şafak, azıcık altında benim bilmediğim (cahillik işte) nice edebiyatçının kitabı vardı. Çok duygulandım ki duygulanmak kelimesini hayatım boyunca bir iki kez cümle içinde kullanmış fiilini ise 7-8 kez birebir yaşamışlığım vardır.

Günlük ev hengamesi ve rutin işlerini bitirdikten sonra sabahlara kadar bilgisayar başında çalışan annemin ve ona her zaman destek ve yardımcı olan babamın oğlu olduğum için bir kez daha gurur duydum. Çok değişik bir duygu bu, anlatılabilecek bir şey değil! Sadece bir an gaza gelip bir iki şey yazmak istedim buraya… Herhangi bir sivil toplum örgütü, tarikat veya benzeri bir oluşum üyesi ve desteği olmadan bir kitap çıkarabilen, geç de olsa uğraştığı işe sarılıp bir ürün alabilen azimli bir insanın başarısı bu. Ben senelerdir müzikle uğraşıyorum beste yapıyorum, gruplar kurup dağıtıyorum ama kıçı kırık 2 şarkımı kaydedemedim daha. Demek ki bir şeylere gönül vermek gerekiyor sonuca ulaşmak için. O işin uğruna savaşmak çabalamak gerekiyor. Valla bravo diyorum anneme başka bir şey söyleyemiyorum çünkü ne kültürel birikimim ne de hayat tecrübem onun kadar güzel cümleler kurmak için yeterli değil şu an için maalesef.

İnsan Ne Zaman Yaşlanır?

Üniversitedeyken sabah dediğin saatlerde işyerinden öğle yemeği için çıkıyorsan yaşlandın demektir.

Salı, Ekim 10, 2006

"Aslan Osmanlı" çıktı.


En küçük çocuğu olan beni de üniversiteye yollama bahanesiyle evden defederek kendine daha fazla zaman ayırmaya başlayan Biricik Annemin tarihi romanı Aslan Osmanlı çıktı. Dedemin esir kampı maceralarından esinlenerek yazılan romanı alanlara şimdiden çok teşekkür :)

İnternetten ve D&R, Alkım vb büyük kitapevlerinden kitabı bulabilirsiniz.

Tanıtım
“İngiliz esir kampında tutsak olan Osmanlı Askeri Aslan’ın yasak aşk öyküsü”

Yaşanmış bir aşk öyküsünün anlatıldığı “Aslan Osmanlı” kitabı raflarda unutulmuş belgeler ışığında ortaya çıkarılmış sıkı bir araştırmanın ürünü. 1912-1918 sürecinin sosyal, kültürel, siyasi özelliklerinin yansımasında Medine’deki İngiliz esir kampında tutsak olan Aslan’ın kamp subaylarından birinin karısıyla yaşadığı yasak aşk ve sonrasında esir kampından kaçarak çölde verdiği yaşam mücadelesini anlatıyor.
“Umudu yitiyordu. Sopasının desteğiyle kalktı. Derin bir soluk aldı, dağlara doğru bakıp göğsünü şişirdi, gözlerini doruğa dikti. Aslan, öylesine yürüyordu. Gövdesini ayakları taşıyamıyor, sürükleniyordu. Bilincini yitirmiş görünüyordu. Yarım saattir çölün bittiğinin, bodur çalılıkların arasında ilerlediğinin farkında değildi. Düşüyor, kalkıyor, hedeflediği yere ulaşmaya çalışıyordu.
Eli cebinde hayta rüzgar, ıslık çalarak dağlardan çöle doğru esiyordu. Toprağın yeşilin kokusunu getiriyordu.
Bir tepenin yamacını tırmanırken, ağırlık hissetmiş olacak ki başındaki battaniye, poşu ve dolağı çıkarttı. Palaskasını, manevra kayışını çözdü. Ceketinin düğmelerini kopararak önünü açtı. Boynundaki sancak parçasını öptü, altın kesesindeki parfüm şişesini çıkarıp kapağını çevirdi, kokladı, yana fırlattı.
Kendisine ilişkin her şeyi arkasında, yerlerde bıraktı.
Davranışları ‘Bu yolculuk burada biter!’ diyordu.
Tepenin zirvesine yaklaştığında gecenin ilk yarısı çoktan bitmişti. Zifirdi. El yordamıyla ilerlemeye çabalıyordu.

Wellcome to Hell

Bu sabah kış kendini ufaktan göstermeye başladı İstanbul’da. Hafif soğuk verdi ciğerimize ciğerimize, biraz da yağmur yağdı tepemize şakayla karışık. Yağmur, beraberinde trafik keşmekeş ve aceleleri nedeniyle birbirlerine karşı saygısız olma hakkı duyan insanlar getirdi yerden bitme. Hani taraftarlar Avrupa maçlarında kocaman bir pankart açarlar ya “Wellcome To Hell” diye. Demek ki taraftarlar burasının gerçek bir cehennem olduğunu biliyorlar ve bunu bütün dünyaya göstermek istercesine dev pankartlara yazarak ilan ediyorlar. Takımını desteklemekle ilgili bir şey değil sanırım. Peki burası neden bir cehennem?

Otobüste ellenmedik yerim kalmıyor kıdemli bir İstanbul fahişesi oluveriyorum 20 dakika içinde. İnsanlar birbirleriyle kavga ediyor, itişip kakışıyor durmaksızın. Şemsiyeler bir savaş silahı gibi kontrolsüz bir şekilde sağa sola tehdit saçıyor. Şoförler yolculara, yolcular duraklara, duraklar İstanbul’a sövüyor kımıl kımıl dudaklarla bıyık altından. Damarlarında çamur akıyor can çekişiyor İstanbul. Tanrı bile bile çamur akıtıyor damarlarında bu şehrin.

Yöneticisinden esnafına, memurundan öğrencisine kadar herkes günahkar bu şehirde. Bu insanların günahkarlığının en büyük nedeni ise kahpe İstanbul. Tarih boyunca her türlü isyana, kargaşaya türlü savaşlara kısaca her türlüsünden belaya bulaşan bir şehir sadece şanssızlık nedeniyle bu olayların hepsinin öznesi olamaz. Böyle dengesiz bir ruh hali İstanbul’un içinde var. Tanrı tarafından Cehennem olarak atanmış İstanbul. Sonsuza kadar yaptıklarının cezasını çekecek. Biz de bile bile Cehennem’de yaşamayı seçmiş zavallı insanlarız.

Kıssadan hisse: Allah İstanbul’u bildiği gibi yapsın.