hayat ve müzik

Kendi kendime hayat ve müzik üzerine konuşuyorum. Allah sonumu hayretsin.

Çarşamba, Temmuz 18, 2007

Eva Cassidy – Toprağı Bol Olsun

Eva’yı ilk kez “Time After Time” cover’ı ile keşfettim. Daha sonrasında youtube daki konser görüntüleri ve hemen hemen her tarzdan yaptığı cover’ları dinleyerek kendimi kaybettim. Dinlediği müzik tarzı ne olursa olsun herkesin dinlemesi gereken bir ses Eva Cassidy.

Beatles, Sting ve ünlü jazz parçaları yaptığı coverlar arasında. Ve hepsini de bambaşka bir şekilde yorumlamış Eva. İnanın bana dinlediğiniz zaman kayıtsız kalamayacaksınız.

Cilt kanserinden kaybettiğimiz Eva’yı çok geç keşfetmiş olmak ise bir talihsizlik. Keşke milyonlarca satsaydı ve bu günleri kendisi de görebilseydi.

Birsen Tezer’in Yanıtı

Aylar önce Birsen Tezer hakkında bir iki satır bir şeyler yazmıştım. Bunlar benim hissettiklerimdi sadece. Birsen Tezer yazı hakkında blog’a bir yorum yazmış. Bu beni oldukça mutlu etti.

Bu satırdan sonra yazdığım her şey bu yorumu yazanın gerçekten Birsen Tezer olduğunu varsayarak yazılmıştır J

Bir insanın özellikle bir sanatçının takdir edilmesinin hazzını bildiğim için bu yazı beni çok mutlu etti. Birsen Tezer yazımı okumuş yaptığı işe duyduğum beğeniyi görmüş ve umarım mutlu olmuştur. Ben ise bu yorumu hemen görüp cevap veremediğim için biraz üzgünüm yine de buraya yazdığım çoğu şey gibi havada kalmayıp sahibine ulaştığı için ise mutluyum. Kendisine ulaşamasam da belki bir gün tekrar şans eseri blog’a girip denk gelirse diye kendisinden bir albüm beklediğimi söylemek istiyorum.

myspace hadisesi

http://www.myspace.com/tuncdemirtas

ilgilenen varsa böyle bir sitede yaklaşık 40 a varan şarkılarımdan bir kaç örnek bulabilirsiniz.

Uzun süre vokalist problemi yaşadıktan sonra kendim söylemeye karar verdim.

Bu nedenle çevreye verdiğim rahatsızlıktan dolayı özür dilerim.

Allah bana da bir vokalist nasip eyle yarabbi!!!

Artık Tansaş’tan alışveriş yapmıyorum.


Sabah 8:50 Kadıköy-Akmar’ın yanındaki Tansaş’a gittim. Kapısı ardına kadar açık ışıklar felan cayır cayır yanıyor. Girdim kapıdan bir tane sandviç alacağım. Bir sürü görevli var hepsi girdiğimi gördü içeri. Gittim reyona aldım sandviçi sonra market müdürü –sanırım- geldi. Dedi ki kapalıyız. Madem kapalısınız kapı niye ardına kadar açık dedim. Mal taşıyoruz dedi. İyi güzel mal taşıyorsunuz da mallık yapmanın ne lüzumu var sevgili Tansaş?

Kapı ardına kadar açık ondan sonra kapıda çalışma saatlerini yazan bir tabela yok. Neyse işte beni dışarı çıkardı adam ben de çıktım vapura yetişecektim zaten fazla carlayamadım. Bir de Müdür Bey çok nazikti onun hatrına yani.

Sonuç olarak Tansaş’da alışveriş yapmayacağım yerler listesine girdi. Bu gidişle hiç bir yerden alışveriş yapamaz duruma geleceğim. BİM var henüz bir yamuğunu görmediğim. Acaba oyumu da BİM’e yakın çevrelerin partisine mi versem? Belki de rejim tehlikesi vb herşeyin kaynağı aynı siyasi görüşü paylaşan insanların normalde birbirlerinden nefret eden birbirlerinizi kazıklamak için fırsat kollayan insanlar olmasıdır. Kesinlikle insanlar arasındaki en büyük ortak kesişim noktası din olmalı. Bu nedenle siyasete din’i alet eden kişiler başarılı oluyor.


Nerden nereye di mi? öyle işte...

Yaygara Koparın!


Yaw kardeşim üşeniyorum yazmaya diyorum ama bu ülke rahat durmuyor ki ben de yazmadan durayım! Bugün Radikal Gazetesinde okuduğum bir haberle yine sinirden gözlerim döndü. OKS’de ki diploma notu skandalını hepimiz biliyoruz. Klasik bir Türkiye gerçeği ama Sayın??? Bakan’ın çıkıpta “okyanusta bir damla” demesi beni acayip sinirlendirdi. Üstüne bir de bugüne kadar hep takdir getiren başarılı kızlarının sınavda başarılı olamaması nedeniyle diploma notunu düzeltmek için okula giden annesine okul müdürünün fırça atması tuz biber oldu. Çok sayın okul müdürü kardeşim sen kim oluyorsun da bir anneye çocuğunun haklı olduğu bir konuda seni okumuş adam sanıp sana gelmesi yüzünden bağırıp çağırıyorsun. Sen bir de yeni nesiller yetiştiren bir eğitim kurumunun üst düzey yöneticisi olacaksın. Kendini o insandan hangi vasıflarınla üstün görüyorsun da böyle bir şeye cüret ediyorsun. Kızcağızın diploma notu -nasıl bir yanlışlıksa- 4.88 yerine 2.63 girilmiş. Bu puanın düzeltilmesi ile 64.000 kişinin önüne geçmiş Damla. Şimdi bu çok sayın müdürün ya da Bakan Çelik’in çocuğunun başına aynı olay gelse kim bilir ne “yaygaralar kopardı”. Müdür Bey 1 puan için yaygara koparmayın demiş. Sıralama 1 puanla 64.000 kişi oynuyorsa nasıl bir puanmış kardeşim bu!

Neyse ben bunları yazıyorum kendi kendime tatmin oluyorum. Bu zihniyeti değiştirmem mümkün değil tabiki. Damla kardeşim düz liseye gitmek zorunda kalacakken Anadolu Lisesine girmeye hak kazanmış. TED’de kendisine bu yazıyı görüp zor durumda olduğu için burs vermiş. İyi bari en azından az da olsa gençlerimizi düşünen kurumlar var. Düz liseye gitmek zorunda kalmış deyimini kullanıyorum çünkü ben düz liseye gitmek zorunda kaldım. Yaşım 28 olmasına rağmen –yani modern Türkiye’de genç olmama rağmen- okuğum okullarda dayakta yedim, haksızlığa da uğradım. Hepsi için söylemiyorum ama bu ezberci eğitime hizmet eden salla başı al maaşı öğretmenlerin hepsini ve bağlı oldukları kurumların atılllığını ilkokuldan lisansüstü öğrenciliğim sırasında profesyonel bir öğrenci olarak (J) yaşadım. Öğrenim hayatım boyunca gördüğüm idealist ve öğrencilerine gerçekten bir şeyler öğretmeye çalışan öğretmen sayısı 5’i geçmez ki bu tanıdığım öğretmenlerin sayısı göz önüne alındığında çok küçük bir rakam.

Özetle;

1-Kardeşim hakkınızı aramak için yaygara koparmanız gerekiyorsa koparın!

2-Bu zihniyetteki adamlar benim karşıma çıkacak resimdeki soba borusuyla döverim hiç çekinmem.

İşin en acı tarafı ise zorluklar içinde okumaya çalışan Damla kardeşimizin bu haberinin altında bir kaç kalbur üstü bölümünün dışında zengin ailelerimizin tembel çocuklarını para karşılığı zorla okutmaya çalışan özel üniversite reklamının olmasıydı.

Çarşamba, Haziran 13, 2007

Kara göründü!

Uzun zamandir yazmadigimin farkindayim ama yazmaya üşeniyorum. Neyse direk olaya girmek gerekirse -gerekti ki yazıyorum- artık bu İstanbul denen saçma şehirden ve insanlarından kurtuluyorum. Ufukta bir tanecik memleketim Antalya göründü. Bir terslik çıkmazsa en geç Temmuz sonu oraya yerleşiyorum. Bu saatten sonra terslik çıkamaz ev bile tuttum.

Perşembe, Mayıs 10, 2007

satılık amfi


Pazartesi, Şubat 19, 2007

Bu hafta Rock N Roll çalmadık çok mutluyum


Muahahah....

Birsen Tezer Hanımefendi

Her sabah işe giderken ve hatta her akşam işten dönerken bir şarkı var ki en az 3-4 kere dinliyorum. Anlatılması zor bir his yaratıyor üstümde. İstanbul’a daha fazla dayanma gücü veriyor. Birsen Tezer hanımefendinin “Bülent Ortaçgil – Çığlık Çığlığa” yorumu bende bu etkileri yaratıyor. O nasıl bir söyleyiş tarzıdır, nasıl bir yorum nasıl bir telafuzdur anlayamıyorum. Ağzından çıkan her kelime şıkır şıkır duyuluyor. Her hece her fısıltı insanı başka diyarlara sürüklüyor.

Ama bu şarkıda Birsen Tezer hanımefendinin bir-iki imza koyduğu nokta var ki söylemeden geçemeyeceğim. Birincisi “Nasıl bir yılgınlıktır” derken yılgınlık kelimesinin sonunda ki inilti, hırıltı veya her neyse orası. Bir de 2:49 da “Seni anladığım günden beri” yi söylerken beri nin sonunda az biraz silik h harfi…

Ayrıca yanlış istihbarat olayları olmadıysa bu hanımefendimiz İstiklal Meyhanesinde çıkıyormuş. Gidip görmek dinlemek feyz almak alkışlamak gerekir.

Bardak Nasıl Yıkanır?

İDO nun Kadıköy – Kabataş motorunda dikkatimi çaycının bardak yıkayışı çekti. Orta boy bir yoğurt kasesinin içine deterjanlı su hazırlayıp koymuş. Kullanılmış çay bardaklarını 6’lı bir şekilde tek eliyle alıyor. Kaseye daldırıp 5-10 sn bekletiyor. Ardından çıkarıp 6 sını birden suyun altına 2 sn kadar tutup duruluyor. Bu kadar pratik bir yıkama tarzını en son askerde görmüştüm. Kim bilir ne tür hastalıklar. Amanın…

Bu aralar motorda TOTO dinliyorum. 1978 – 1995 arası bütün albümleri koydum I-POD’a sıkılmak nedir bilmiyorum. Üşenmeyi bırakıp 600 MB lık zip’i açınca 1995-2006 arası albümlerini de koyacağım. Adamlar çok iyi anasını satayım.

Perşembe, Şubat 08, 2007

Ibanez AEL20


tünele gittim. 20 tane felan elektro-akustik gitar denedim. 350-450$ fiyat aralığında adam gibi bir tek bu gitar vardı. Acımadım paraya aldım. Taksitlerini ödeyeceğiz daha. Ben bu gitarı öneriyorum sustain felan yerinde, üstünde tuner var. Bu paraya baktığım takamine, cort, washburn, epiphone ların hepsi karton ve tutkalla yapılmış birer oyuncak. YAMAHA APX500 bulsaydım onu alacaktım ama yoktu.

Ne kadar ekmek o kadar köfte.

Gidip bu Guild veya Martin alamazdık herhalde...

başarılı-başarısız


Her gün bir sürü insanın çıkardığı karbondioksiti soluyarak işe gidip akşamları da eve dönüyorum. Birkaç sene içinde bir araba alıp bu soluduğum kullanılmış oksijen miktarını azaltmam lazım. Havasız otobüslerde geçen her günüm hayatımdan çokça şey götürüyor. Belki bir gün işler yoluna girer benim için.

Geçen bir denyo ile minibüste tartıştım herifçioğlu para uzatmayı reddedip babanın uşağımı var kalk ver dedi. Böyle salaklarla hala muhatap olduğum için kendimi başarısız bir insan olarak görüyorum. Orospu çocuğun ağzını burnunu birbirine sokmayıp sakin davrandığım için ise kendimi başarılı sayıyorum.

Şimdi görsem döverim…

Salı, Ocak 30, 2007

Akustik Gitar fizibilite çalışması

Yazmaya üşeniyorum. Bu kadar seyrek yazmamın nedeni de o zaten. Neyse bir akustik gitar alacam bugün yarın. Araştırdım vs baktım bütçeye uygun bir şeyler araştırdım.

Yamaha APX500
Takamine EG260

bu salak gitarlardan birini alacam herhalde. Neyse gidip karpuz gibi ellemek lazım.

Bu arada i-pod daki ses kalitesi hiç bir mp3 player da yok.

Cuma, Aralık 22, 2006

Ataktan Eser Kalmıyor!


Yaptım en sonunda aldım. Çok da isabetli bir karar verdiğimi düşünüyorum. Bir dünya boktan parçam var ama hiç birini adam akıllı kaydetmeyi şu güne kadar başaramadım. Farklı arkadaşlarımda farklı versiyonları yaptım ama kendi kafama göre başında saatlerce oturup şekillendirme fırsatı bulamamıştım. Ha ne mi oldu? Verdim parasını aldım ZOOM MRS 8’i. Artık her şey yoluna girecek. Kendi şarkılarımı kaydedip kendi kendime eğleneceğim zaten bunun için uğraşıyorum müzikle.

Bu arada kazıkçı Türk esnafının da Allah beynine vursun. 800 YTL ye utanmadan sattıkları aleti Londra dan 400 YTL ye almış bulunmaktayım. Buradan kendilerine şerefsizleeeeeer diye bağırmak istiyorum.

Neyse henüz cihaz elime geçmedi. Kuzenin yılbaşı için İstanbul’a gelmesini bekliyoruz. En kısa zamanda kayıt hadisesine gireceğim.

İşin en güzel yanı artık hiçbir davulcuyla muhatap olmama lüksünü bana yaşatacak olması. Ağabeycim orda ki atağı daha sade felan yapalım veya şurda ki crash i iptal edelim yok artık. Ne oldu? Atağı beğenmedim mi basıyorum DELETE’e gereksiz ataktan, zilden eser kalmıyor.

Bu ne güzel bir lüks allahım…

Perşembe, Aralık 21, 2006

B PLANI devreye sokuldu.

Bassçısı Ozan'ı askere yollayan B PLANI kendileri ile çalıp grubun boy ve ağırlık ortalamasını yükseltmem için çok ısrar edince (bknz:kuyruklu yalan) gideyim bari çalayım çocuklarla dedim. Bu nedenle bir kaç haftadır gerek bir yandan Beşiktaş maçı izlerken gerek rakı-balık eşliğinde ki yalandan provalarımızın akabinde geçen Cumartesi Shaft seyircisiyle tanışma fırsatı yakaladım. Ben genel trafikleri vs takip etmekle uğraşırken program bitiverdi. Çok keyifliydi. Ama ve fekat bas gitarın monitörden aldığım iğrenç tonu beni derbeder etti. Bu hafta anfi (anfi de anfi olsa) ile ton elde etmeye çalışacağım bakalım ne olacak. Allah sonumuzu hayretsin. Ne diyim!!!

Merak edenler için ekipman aşağıdadır. "Ulan bu ekipmanla ne tonu bekliyon düdük" şeklinde ki yorumlarınıza katılıyorum. Anfi'yle de bu ton olayı istediğim gibi olmazsa daha çok içecem. Alkol ile en azından bana gelen tonu düzelteceğimi ümit ediyorum.

CORT c5Q (bass)
LANEY RB2 (amp)
PUMA AYAKKABI (outlet)
T-SHIRT (cumartesi pazarı)

www.shaftclub.com

Perşembe, Aralık 14, 2006

Köprüden Atlamak!


Richie Kotzen abimiz yine yapacağını yapmış ve 2006 tarihli şahane bir albüm daha yapmış. Yapmış da bu albümde bir ilk şarkı var ki boğazı geçerken ya da biraz bunalım triplerindeyken dinlenmemesi gereken güzellikte koyu ve yoğun bir şarkı. Boğazın üstünde sıkışık trafikte dinlerken kapıyı kırıp kendimi boşluğa bırakmak istedim. Böyle kara bir şarkı işte. Neyse zaten bende atlayacak göt yok zaten.

Ayrıca Richie'ye biraz kırgınım herif en iyi rock çı, en iyi cazcı, en iyi vokalist en seksi, en yakışıklı vs. Ulan biraz da bize kalsın biz de en depresif olalım diyoruz herif onun da "en"i olmuş. O değilde bir de bassçı var albümde. Adam tam olması gerektiği gibi bir bassçı ne saçma sapan boşuna kalabalık yapmış ne de çok sade çalmış. Herif -eminim ki virtüöz olmasına rağmen- efendi gibi çalarak, bizim iki hareket kapan bassçılarımızı virtüöz olarak adlandırılmaları için altyapıyı boş bırakmadan başlıca görevi eşlik enstrümanı olan bass gitarlarını yerinde ve zamanında çalmaları gerektiği konusunda ister istemez uyarmış. (Bu cümle fazla devrik oldu ama uğraşamıcam, anlayan anlamıştır)

Bassçı için dediklerimi anlamayanlar 6. nolu parça olan Till You Put Me Down isimli şarkıyı dinleyebilirler.

Albümün adı da Into The Black.

Liman Paşa


Şu sıralar Liman Von Sanders Paşa'nın anılarını okuyorum. Okuyun okutturun diyebiliyorum sadece.... 1. Dünya savaşı sırasında neler olup bittiğini Osmanlı ordusu için çalışan yabancı birinden dinlemek çok değişik bir tecrübe oluyor. Herşeyin her zaman en iyisini bildiğini sanma gibi bir alışkanlığı olan bizim gibilere (Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur anlayışı) her konuda biraz daha dikkatli ve oldu bitti davranmamayı öğretiyor.

Gerçi bütün bunlar okuyan kişinin bakış açısına da bağlı. Eminim ki bunu da okuyup adam Türk'lerle dalga geçmiş diyenlerde olacaktır. Ama Paşa yazdıklarında her zaman için yabancı bir ülkede görev yaparken karşılaştığı zorluklara sebepler sunarak değinmiş. Neyse işte her koyun kendi bacağından...

Felan

Afili Bişeyler

Keyfim gelince ufak tefek şeyler yazıyorum bilindiği üzere. Geçen gün eksi sözlük te bir yazı gördüm ve benimle aynı düşünceleri paylaşan insanlar olduğunu gördüğüm için çok sevindim. Hiç bir satırına dokunmadan yazıyı aynen aldım buraya koydum. Olurda bu güzel insan "kardeşim yazımı bana sormadan ne alıyorsun derse" aynen kaldırırız. Eksi sözlük yazarı bir insana ulaşmak oldukça zor olduğu için sormamayı tercih ettim.

Aha da yazı aşağıda ;

ne kadar kassam da bir numarasını göremediğim şarkı ve de klip.
hayır yani nedir bundaki orijinal yan anlayamadım ben. şarkı fazlasıyla sıradan, taksimde alelade bir barın önünden geçerken kulağınıza çalınıp dikkatinizi çekmeyecek herhangi bir şarkı işte. ve hatta katabildiğim tek janr olan "türkçe rock" içinde muadili 50-60 tane şarkı çıkartılabilir gibi geliyor bana.
bu emre aydın beyefendiyse asıl el üstünde tutulan, onun da ne yalan söyleyeyim bir "vay pe"sini çıkartamadım bu şarkıdan. ne gibi üst düzey bir şey yaratmış da elalem geliyor bana "şu şarkıyı dinledin mi?" diye bıdı bıdı yapıyor çözemedim.
hah hani şu durumda tek mantıklı açıklama şu oluyor: klip güzel, şarkıyı kurtarıyor.
evet klip güzel ama "oha lan ilk defa görüyom bu ülkede böyle bişey" diyemeyeceğim. ha siz gelip bana "ne zaman gördün lan?" deseniz, misal veremem. görmemiş de olabilirim, ama görmüş olmaktan dolayı bir haz duymadım.
şebnem hağnım'ı çok sevdiğimden tabii klip bana da sempatik göründü. böyle bir şeyi de bir sinema-tv öğrencisi çekmemiş belli ki. işin görsel yanında bariz bir yaratıcılık var. tutup emre aydın'ı da şebnem dönmez'i de tebrik edemeyeceğim. klibin yönetmeni her kimse ona bravo derim ancak.
şimdi çok "afili" bir canlı müzik tutkunu değilim, ama ülkemin içinde de beni ayağa hoplatan bir yığın enstrüman kullanıcısı oldu. eğerki emre aydın da bu ayarda bir zatsa (ki sanmıyorum) kendini harcamasın efendim herkesin yaptığı şeylerle. değişik bir şeyler yapsın efendim, çekinmesin batıdan özensin, doğudan özensin, özensin de özensin ama sonunda kendini bulsun.
afili yalnızlık denen şarkıdan bir *bok* anlamadım başka deyişle. hatta ben bu bok kelimesini yıldızlar arasına alırken, imajineri dostum bünyamin beni uyardı: "abi sözleri çok güzel ama" diye. bünyamin sezen aksu hayranıdır. çok içlenir böyle sözleri duyunca. beni tınlamıyor ama. ben yalnızlığın "bu kez pek afili yalnızlık" diye anlatılmasında yaratıcı bir yan görmüyorum. hani bana sorsalar "enadırblinkofdıovl abi bu aralar nasıl yalnızlık" diye, aynı cümleyi kurabilirdim pekala.
ben bu şarkı sözlerinde bana düşünecek bir şey bırakılmamış gibi gördüm. neyse o yani. sezen aksu da böyledir zaten işte, onu da sevmem o yüzden. banane emre kardeş senin yalnızlığından, sen bana öyle bir şey diyeceksin ki; bana kendi yalnızlığımı tanımlatacaksın.
onun yerine sor bana madem bu kadar beğenmedin, ne halt etmeye bunca şeyi yazdın manyak mısın diye. çok yalnız bir adamım ben işte emre, o yüzden böyleyim. sen bana bakma, çal oyna yani. ah şu bünyamin de olmasa...

imza: enadırblinkofdıovl

Çarşamba, Kasım 15, 2006

Bunu Yapan İnsan Olamaz!!!


Dün babylon’da SIFIR KM isimli proje grubu ile Levent Yüksel’i izledim. Zaten beğendiğim bir müzisyen olan bu Levent isimli arkadaşa bu sefer hasta oldum. Adamlar (Volkan Öktem – Ant Şimşek – Levent Yüksel) TOTO olmuşlar anasını satayım. Düzenleme manyağı bu ağabeylerimiz klasik Levent Yüksel şarkılarının yanı sına yer yer Niacin, Dream Theater tadına yaklaşan enstrümantal bestelerine de yer verdiler konserde. Bir şarkıdan diğerine geçerken arada bir kuble Van Halen – Aint Talkin’ Bout Love bile çaldılar. Bunun dışında MFÖ’den Ele Güne Karşı ve Police’den “Message In a Bottle” çok keyifliydi. Levent Yüksel “Message In a Bottle”ı henüz tam söyleyemediğini ve sözlerini çalışmadan kotarabilecek düzeyde İngilizcesi olmadığını belirtti. Buyurun biz yine de çalalım siz söyleyin dedi ama ben dahil çoğu insan sadece nakaratta eşlik edebildi.

Levent Yüksel sahnede 10 kaplan gücünde. Bas gitarı efendi gibi çalıyor pek bi güzel altyapıyı verirken üstüne lead enstrümana kadar giden bir melodik destek sağlıyor. Vokal yapıyor ki hiç sormayın. Adamın sesi bence müezzin kategorisine girmesine rağmen hiç rahatsız etmeyen hatta insana huzur veren bir tizliğe sahip. Kendi sesinin arkasına yine kendi sesini back vokal olarak koyan processoru hayat kurtardı. İlk parçada ben tam bir de back vokal yapan biri olsaydı ne güzel olurmuş derken, Levent’den daha tiz bi ses duydum. Sonra kendisin processor destekli Levent’in klonu olduğunu anladım. Her parçanın ana melodisini farklı efektlerle icra ediyor. Volkan Öktem ile Ant Şimşek’e laf yok zaten. Bütün her şey olması gerektiği gibi. Ufak tefek canlı müzik aksaklıkları olduğunda bakışlarla bile durumu toplayıp daha güzel bir şekilde kotarabiliyorlar. Yani özetle güzel kardeşlerim müzikal yetkinlikleri hat safhada.

Ben geceden çok keyif aldım “Zalim” darbukasız daha bir güzel oluyor canlı canlı. Aşkın Nur Yengi’nin “Ayrılmam” ını çalmadı. Zaten kimin konserine gidersem gideyim benim sevdiğim parçalarını ne rastlantı ise çalmıyorlar. Bir gün TOTO İstanbul’a gelip de Stop Loving You çalmazsa şaşırmam.

Pazartesi, Ekim 16, 2006

Bizim Tüp Geçit’imizi Neden Japon’lar Yapıyor?

Bilindiği gibi Üsküdar’dan karşı tarafa tüp geçit inşaatı yapılıyor. Peki bu inşaatı neden Japon’lar yapıyor? Uzatmadan hemen cevabını vereceğim. Efendim her şey Üsküdar’ın kazılmaya başlaması ile başladı…Çok sayın İETT şöyle bir uygulama başlattı. E-5’den Üsküdar’a giden otobüslerin Üsküdar’a gitmesini yasakladı. Harem’e son durak inşa etti. İnşa etti derken 10 tane durağı geldi koydu oraya. Plana göre İETT ve halk otobüsleri Harem’e kadar gidecek orda bütün yolcularını yola boşaltacak ve Harem-Üsküdar arasında çalışan ring seferler ile otobüs ve dolmuşlarla Harem’e gelip boşaltılan yolcular taşınacaktı. Ancak plan sizinde düşündüğünüz gibi işlemedi. Çünkü sabahleyin camlara yapışık olarak işlerine gitmeye çalışan insanların sayısı o kadar fazlaydı ki Harem’e bırakılan yolcuları öyle bir iki ring seferle Üsküdar’a taşımak imkansız görünüyordu. İETT hemen (3. gün) bu duruma müdahale etti ve otobüsler tekrar Üsküdar’a gitmeye devam etti. Devam etti etmesine ama gelen otobüslerin üstünde Üsküdar yazmıyordu. 15-20 dakika bekledikten sonra üstünde Harem yazan bir otobüse Üsküdar’a nasıl gideceğiz diye soran yolculara üzerinde Harem yazan otobüslerin Üsküdar’a gittiği söylendi. Kahramanlarımız sadece Türkiye’de olacak bir olayla karşı karşıyaydılar. Üstünde Harem yazan otobüs Üsküdar’a gidiyordu. Tamam Harem’den geçiyor belki ama sonuçta Üsküdar’a gidiyor. Üsküdar’a giden otobüsün üstünde neden Üsküdar yazmaz? Bu sorunun cevabı da İETT’de gizli. İETT veya oraya buraya tüp geçit inşaatı iskelesi vb tabelalar asmasını bilen Ulaştırma Bakanlığı’nın talimatı ile yolcuların Harem’e yakın zamanda taşınacak olan son durak ve deniz yolları iskelelerine şimdiden alışmasını sağlamak için böyle bir uygulama yapıldığı İETT şoförleri tarafından bizlere söylendi. Sonuç olarak üstünde Harem yazan otobüse binerek Üsküdar’a giden otobüslere binmeye alıştık. Alıştık alışmasına ama bu seferde Kız Kulesi’ni biraz geçtikten sonra inşaat olması nedeniyle orada indirilmeye başlandık. Sabahın köründe işlerine yetişmeye çalışan yüzlerce çalışan inşaatın etrafından dolaşarak Vapur iskelesine gitmek zorunda kalıyordu. Ayrıca 1km’ye yakın bu şantiye çevresinden yürüyen yayalar ile taşıtlar aynı yollardan gidiyor zaten otobüsler tarafından yola bırakılan yolculara bir tekmede araç şoförlerinden geliyordu. Geliyordu dediğime bakmayın bu iş hala böyle. Kış kapıda, yağmur çamur başlayacak ve yolcular hala 1km geride bırakılarak yürümeye zorlanacak.

Japonların bu konuyla bağlantısı ise tam burada açığa çıkıyor. Sen ilk önce kendi halkını düşünmezsen sürekli daha iyisini yapmaya çabalamazsan elin Japon’u gelir senin paralarını cebine indirip tüp geçiti yapar. Sende mal gibi izlersin. Oraya bir üst geçit yapalım ya da başka bir çözüm bulalım ki halkımız koca şantiyenin etrafını dolaşmak zorunda kalmasın diye düşünen yok. Kesinlikle bu işle ilgilenen kurum ne ise onda ki görüş şu şekilde “ Ulan biz bu tüp geçiti kendimiz için mi yapıyoruz? Onlar için yapıyoruz. Birazcık yürüyüversinler!” Biz bu kafayla daha çok yürürüz ama bu düşünce tarzına sahip yöneticiler daha ne kadar bu şekilde yürürler onu bilemiyorum.

Emre Kongar – Tarihimizle Yüzleşmek


Yıldız Teknik’ de okurken bir iki sosyoloji dersine girmiş ve gençliğin verdiği kendini bilmezlik ile “bu ders benim için çok sosyal ve etkileşimli geçiyor” diyerek bir daha gitmemiştim. Bu kitabı okuduğumda ve Prof. Kongar’ ı her görüşümde salaklığımı düşünüp duruyorum. Neyse başlıkta da görüldüğü gibi Prof. Kongar’ ın Tarihimizle Yüzleşmek isimli kitabını okudum son olarak. İnternetteki başıboş yorumlarla birlikte birkaç köşe yazarının kitapla ilgili yorumlarını okudum. Çoğuna katılmamakla beraber kitabın gerçek tarih peşinde koşan meraklılar için bir “tarihe giriş” kitabı seviyesinde olduğunu söylemek isterim. Kitabı eleştirenlerin çoğunun “baştan sağma yazılmış, bu kadarını biz de biliyoruz ya da hanimiş kaynak gösterse, belge gösterse daha iyi olurmuş” şeklinde ki eleştirilerini Prof. Kongar zaten önsözde cevaplıyor. Bir toplumbilim öğrencisi olarak bu kitabı yazmasının amacının, tarihi olaylar arasında bulduğu neden-sonuç ilişkileri ve saptırılmaya çalışılan gerçekleri bizimle paylaşma isteği olduğunu belirtiyor. Askeri darbelerin gerçek nedenlerinin, yakın tarih siyasetçilerimizin davranışları ve ermeni meselesi gibi güncel konulara da değiniyor.

Sonuç olarak kitap ile ilgili söyleyeceğim tek şey, özellikle yakın tarihimizde neler olup bittiğini tam olarak bilmeyen genç neslin okuması gereken bir kitap olduğudur.

Ps: Kitapta çok fazla tekrar cümle var. Okurken bunlar biraz rahatsızlık verse de bir yerden sonra bu tekrarların okuyucunun kafasında bu konuları taze tutmak için bilerek yapıldığına kanaat getirdim. Prof. Kongar’ ın bu konulara merak salıp en ince ayrıntısına kadar araştırmak isteyen okuyucularını da düşünerek verdiği referans kitaplar bir kenara not edilmeli.

Baba ve Piç


Okuduk ettik ne Türk’ lüğüm aşağılandı ne başka bir şey oldu. Ben dilinden veya edebi değerinden çok anlamam ama okuduğum şeyi anlayabilen biriyim. Kısaca roman’ın olayı şudur. Elif Şafak erkek egemen bir toplumda her türlü kadın tipini serpiştirmiş romanın içine. Biraz milliyetçiliğin dozu konusuna değinmiş ama anlayan için. Ensest bir ilişki koymuş içine, biraz da ermeni bağı katınca olmuş bitmiş. Böyle yazdım diye yanlış anlaşılmasın romana kötü diyor değilim. Roman oldukça akıcı ve başarılı bence. Olay örgüsü felan tamamdır, yani olmuş. Bence tek sorun zaten tahmin edilen ensest ilişki sanki unutulmuş ve sonradan eklenmiş bir yama gibi duruyor. Sanki Elif Şafak “ulan bu ensest olayını yazacaktım sona gelmişim dur şuraya ekleyivereyim.” demiş gibi geldi bana.

Ayıp olan şey; tamamen kurgu olan bir roman içinde bazen bir cin (evet cin) bazense Türk’leri doğru düzgün tanımamış olan kim bilir kaçıncı kuşak Türk nefreti ile büyütülmüş ermeni gençlerin web de konuşurken ağızlarından çıkan “Katil Türk’ler” vb ifadeler yüzünden bir yazarın bu ülkede yargılanmış olmasıdır.

Hayatlarında Fotomaç’tan başka yazılı bir şey okumayan her semtte gördüğümüz mahalle delikanlılarımız da tıpkı romanda ki ermeni gençleri gibi bir nefreti onlara karşı beslemektedir. Ne olup bittiğine dair en ufak bir fikri olmayan ve araştırmayan bu gençler ya aşırı milliyetçi aileleri tarafından bu şekilde yetiştirilmiş ya da sürü psikolojisi ile bu nefreti almışlardır.

Ermeni meselesinde Türkiye’nin yapması gereken tek şey, bu konu her açıldığında tüh kaka deyip insanları yargılamak yerine bu konuya dair konferanslar düzenleyerek her platformda belgeleri ile Ermeni meselesini tartışmaya hazır olduğunu tüm dünyaya göstermektir. Biz konuşmaya çalışanların ağzını kapatıp yaptırımlar uygulama kalkarsak bu konuda ki masumiyetimiz her zaman şüphe altında kalacaktır.

İnsanın Annesinin Kitap Yazması

Annemin roman’ının çıktığını etrafımda ki herkes biliyor. Şimdi blog umu zevkle takip eden çoğu insandan (günlük ortalama 0.24 kişi düzenli olarak takip ediyor) şu tepkiyi alacağım. “Ulan annen roman yazmış sen daha dilbilgisi kurallarını bilmiyorsun denyo!!!” Evet hakkaten böyle bir doğru söze nasıl karşılık verebilirim? Madem ki karşılık veremiyorum o zaman konuyu değiştireyim.

Hafta sonu birkaç kitap bakayım diye Kadıköy’de Alkım’a girdim. Yeni çıkanları alıp kurcalayıp ulan şunu da almak lazım bunu da okumak lazım deyip deyip kitapların tozunu alıp tekrar yerlerine koyuyordum ki annemin kitabını “yeni çıkanlar” rafında gördüm. Ciddi ciddi o rafta duruyordu. Kitabının bir yanında Emre Kongar diğer yanında Elif Şafak, azıcık altında benim bilmediğim (cahillik işte) nice edebiyatçının kitabı vardı. Çok duygulandım ki duygulanmak kelimesini hayatım boyunca bir iki kez cümle içinde kullanmış fiilini ise 7-8 kez birebir yaşamışlığım vardır.

Günlük ev hengamesi ve rutin işlerini bitirdikten sonra sabahlara kadar bilgisayar başında çalışan annemin ve ona her zaman destek ve yardımcı olan babamın oğlu olduğum için bir kez daha gurur duydum. Çok değişik bir duygu bu, anlatılabilecek bir şey değil! Sadece bir an gaza gelip bir iki şey yazmak istedim buraya… Herhangi bir sivil toplum örgütü, tarikat veya benzeri bir oluşum üyesi ve desteği olmadan bir kitap çıkarabilen, geç de olsa uğraştığı işe sarılıp bir ürün alabilen azimli bir insanın başarısı bu. Ben senelerdir müzikle uğraşıyorum beste yapıyorum, gruplar kurup dağıtıyorum ama kıçı kırık 2 şarkımı kaydedemedim daha. Demek ki bir şeylere gönül vermek gerekiyor sonuca ulaşmak için. O işin uğruna savaşmak çabalamak gerekiyor. Valla bravo diyorum anneme başka bir şey söyleyemiyorum çünkü ne kültürel birikimim ne de hayat tecrübem onun kadar güzel cümleler kurmak için yeterli değil şu an için maalesef.

İnsan Ne Zaman Yaşlanır?

Üniversitedeyken sabah dediğin saatlerde işyerinden öğle yemeği için çıkıyorsan yaşlandın demektir.

Salı, Ekim 10, 2006

"Aslan Osmanlı" çıktı.


En küçük çocuğu olan beni de üniversiteye yollama bahanesiyle evden defederek kendine daha fazla zaman ayırmaya başlayan Biricik Annemin tarihi romanı Aslan Osmanlı çıktı. Dedemin esir kampı maceralarından esinlenerek yazılan romanı alanlara şimdiden çok teşekkür :)

İnternetten ve D&R, Alkım vb büyük kitapevlerinden kitabı bulabilirsiniz.

Tanıtım
“İngiliz esir kampında tutsak olan Osmanlı Askeri Aslan’ın yasak aşk öyküsü”

Yaşanmış bir aşk öyküsünün anlatıldığı “Aslan Osmanlı” kitabı raflarda unutulmuş belgeler ışığında ortaya çıkarılmış sıkı bir araştırmanın ürünü. 1912-1918 sürecinin sosyal, kültürel, siyasi özelliklerinin yansımasında Medine’deki İngiliz esir kampında tutsak olan Aslan’ın kamp subaylarından birinin karısıyla yaşadığı yasak aşk ve sonrasında esir kampından kaçarak çölde verdiği yaşam mücadelesini anlatıyor.
“Umudu yitiyordu. Sopasının desteğiyle kalktı. Derin bir soluk aldı, dağlara doğru bakıp göğsünü şişirdi, gözlerini doruğa dikti. Aslan, öylesine yürüyordu. Gövdesini ayakları taşıyamıyor, sürükleniyordu. Bilincini yitirmiş görünüyordu. Yarım saattir çölün bittiğinin, bodur çalılıkların arasında ilerlediğinin farkında değildi. Düşüyor, kalkıyor, hedeflediği yere ulaşmaya çalışıyordu.
Eli cebinde hayta rüzgar, ıslık çalarak dağlardan çöle doğru esiyordu. Toprağın yeşilin kokusunu getiriyordu.
Bir tepenin yamacını tırmanırken, ağırlık hissetmiş olacak ki başındaki battaniye, poşu ve dolağı çıkarttı. Palaskasını, manevra kayışını çözdü. Ceketinin düğmelerini kopararak önünü açtı. Boynundaki sancak parçasını öptü, altın kesesindeki parfüm şişesini çıkarıp kapağını çevirdi, kokladı, yana fırlattı.
Kendisine ilişkin her şeyi arkasında, yerlerde bıraktı.
Davranışları ‘Bu yolculuk burada biter!’ diyordu.
Tepenin zirvesine yaklaştığında gecenin ilk yarısı çoktan bitmişti. Zifirdi. El yordamıyla ilerlemeye çabalıyordu.

Wellcome to Hell

Bu sabah kış kendini ufaktan göstermeye başladı İstanbul’da. Hafif soğuk verdi ciğerimize ciğerimize, biraz da yağmur yağdı tepemize şakayla karışık. Yağmur, beraberinde trafik keşmekeş ve aceleleri nedeniyle birbirlerine karşı saygısız olma hakkı duyan insanlar getirdi yerden bitme. Hani taraftarlar Avrupa maçlarında kocaman bir pankart açarlar ya “Wellcome To Hell” diye. Demek ki taraftarlar burasının gerçek bir cehennem olduğunu biliyorlar ve bunu bütün dünyaya göstermek istercesine dev pankartlara yazarak ilan ediyorlar. Takımını desteklemekle ilgili bir şey değil sanırım. Peki burası neden bir cehennem?

Otobüste ellenmedik yerim kalmıyor kıdemli bir İstanbul fahişesi oluveriyorum 20 dakika içinde. İnsanlar birbirleriyle kavga ediyor, itişip kakışıyor durmaksızın. Şemsiyeler bir savaş silahı gibi kontrolsüz bir şekilde sağa sola tehdit saçıyor. Şoförler yolculara, yolcular duraklara, duraklar İstanbul’a sövüyor kımıl kımıl dudaklarla bıyık altından. Damarlarında çamur akıyor can çekişiyor İstanbul. Tanrı bile bile çamur akıtıyor damarlarında bu şehrin.

Yöneticisinden esnafına, memurundan öğrencisine kadar herkes günahkar bu şehirde. Bu insanların günahkarlığının en büyük nedeni ise kahpe İstanbul. Tarih boyunca her türlü isyana, kargaşaya türlü savaşlara kısaca her türlüsünden belaya bulaşan bir şehir sadece şanssızlık nedeniyle bu olayların hepsinin öznesi olamaz. Böyle dengesiz bir ruh hali İstanbul’un içinde var. Tanrı tarafından Cehennem olarak atanmış İstanbul. Sonsuza kadar yaptıklarının cezasını çekecek. Biz de bile bile Cehennem’de yaşamayı seçmiş zavallı insanlarız.

Kıssadan hisse: Allah İstanbul’u bildiği gibi yapsın.

Pazartesi, Eylül 25, 2006

Genel Açıklama

Bitişik -de' leri ayrı, ayrı olanları bitişik yazdığımın ve Türkçe'nin her türlü imla kuralını ihlal ettiğimin farkındayım. Yazarken bunlarla uğraşamayacak kadar sıkılgan bir kişiliğe sahibim.

Kaş yapalım derken...

Her hafta Çarşamba günleri arkadaşlarımla basketbol oynuyoruz. Bir içeri yüklenme esnasında gözüme bir parmak girdi. Acayip canım yandı. Zaten her hafta gecenin bir yarısı gidip top oynamaya üşenen bünye de bu parmak etkisini gösterdi ve basketbolu bir daha bırakmaya karar verdim.

Yok yok sadece ara veriyorum. Sakatlık yaşamak istemiyorum. Zaten dizimin dönmesi ve ayak bileğimin burkulmayı huy haline getirmesi en azından ellerimi çalışır vaziyette tutma ihtiyacımı körükledi. Öğrenmem gereken 50 tane felan şarkı var. Hazır ellerim tutarken onları aradan çıkarayım. Güzide bir grubumuzun bassçısı Aralık'ta TSK'nın himayesi altına girecek o nedenle bir terslik olmazsa 6 ay kadar yerine geçici olarak ben bakacağım.

Haydi hayırlısı. Sayılı gün çabuk geçer. Kazasız belasız gidip gelmesi dileğiyle.

Bunun dışında ŞAKA ya da ŞAKKA PROJECT diye bir proje var ki onun da gidişatı bu işlerle senkronize olacak gibi görünüyor. Her zamanki gibi allah sonumuzu hayır etsin deyip girişiyoruz, bakalım ne olacak.

Hoşgeldin Mehmet Alp


Sevgili arkadaşlarımız Ertolga ve Tuba'nın sarımı sarı bir bebekleri oldu. Allahın Adapazarı'ndan gelip Acıbadem'de doğum yapan bu sevgili arkadaşlarımızı kutlar, Mehmet Alp'le beraber ömür boyu sağlık, mutluluk ve bolca Galatasaray şampiyonluğu görmelerini dileriz.

Hem babasının fasa fiso bir Galatasaray'lı olması (fener tribününden maç izler kendisi) hem de annesinin fenerli oluşu ve kendisinin de Kadıköy doğumlu olması nedeniyle bir fenerbahçeli olacağından hiç şüphemiz yok. Biz kendisini Galatasaray'lı yapmak için sarı-kırmızı hediyelere boğacaz tabi ki ama anne gibi büyük bir rakibi ekarte çok zor olacak.

Fenerbahçe nin etkili olduğu anadolu topraklarında oturmayıp Avrupa da Galatasaray'ın söz sahibi olduğu yerlerde otursalar Galatasaray'lı yaparız ama bu şekilde çok zor görünüyor. Neyse Fener'li olsun ki onla da dalga geçelim. Zaten Mehmet Alp'in dünyaya gelişinin tek bir nedeni var o da bundan 15 sene sonra Ertolga'nın balkonunda veya Antalya'da bizim evin balkonunda rakı içen babası ve arkadaşlarına bakkala gidip rakı almak.

Mehmet Alp'in fotosunu çekemediğimiz için benim Mehmet Alp'in pipisinin boyunu görünce geçirdiğim şok sırasında çekilen fotomu koydum. İdare edeceksiniz artık. Yakın zamanda Mehmet Alp efendinin de fotoları gelmeye başlar.

Ve Sonrası...

Kaçtır bir iki cümle yazayım blog uma diyorum ama Whitesnake konserinden sonra hayata dair her şey o kadar boş gelmeye başladı ki hiç bir şeyle uğraşmak istemez oldum. Neyse ki bu gazda boş çıktı ve yine buralara bir şeyler yazarak deşarj olmaya ya da salak salak kendi kendime konuşmaya başladım. Bla bla...

Geçen süre zarfında Nanik Atak dağıldı gibi bir şeyler oldu. Üstüne o kadar konuşuldu ki valla ne olduğunu tam olarak bende bilmiyorum. Aslında grubu dağıttık ama ondan sonra bir u-turn oldu ve biz ayrılmış felan olduk. Neyse işte sonuçta sound biraz değişir ama şarkılar felan aynı olduğu için Nanik Atak'ı dinleyen beğenenler varsa devam etsinler. Herşey yerli yerinde duruyor. Site bile yerinde www.nanikatak.com bunun dışında Nokia Supersound'a da katıldılar. Girin oy verin destekleyin ne bileyim bir şeyler yapın. Biz yapamadık bari siz yapın.

Ps: Başlığı yazarken aklıma Ve Ötesi... albümü ile İlhan İrem geldi. Hakkaten bir İlhan İrem vardı ne oldu ona? Bu aralar Açıkhava'da konseri felan varmış. Meraklısına ışık ve sevgiyle duyurulur. Muhahaha

Pazar, Ağustos 06, 2006

Are You Serious?


Neler yaşadığımı nasıl hissettiğimi anlatamayacağım muhteşem bir konsere tanık oldum 28 Ağustos akşamı Parkorman’da. Öncelikle Echoes Production’a böyle bir güzelliği bize yaşattığı için teşekkür etmek istiyorum.

Oyalanmadan konsere geçeyim. Konser benim için 3 ay önce biletleri aldığım gün başlamıştı. İşyerinde, yolda, evde Whitesnake şarkılarının her saniyesini ezberlemek için tekrar tekrar dinliyor, internette forumları ve turne yorumlarını takip ediyor, muhtemel set list’e çalışıyordum. Konser sırasında da hemen hemen her şey planlandığı gibi oldu ve hayal kırıklığına uğramadan Parkorman’dan ayrıldım.

Parkorman’a geldiğimizde tam da beklediğimiz gibi hiç azımsanmayacak sayıda bir heavy-metal’ci gençlik kitlesi ile karşılaştık. Kısacası pek seçici olmayan Türk gençliği distortion duymak için tasmasını koparıp gelmişti. Bunun dışında Whitesnake’in köklerinin Blues ve Rock’n Roll’a kadar uzandığını bilen yaşça biraz daha büyük ve neden orda olduğunu daha bir bilen bilinçli bir kitle daha vardı. Girişteki güvenlik görevlisi ile yaşanan fotoğraf makinesi krizinden sonra içeri gizlice soktuğumuz (ki içerde yüzlercesi daha vardı) makinemizle beraber bu şöleni iyi izleyebileceğimiz bir yere konuşlandık. Buradan Echoes Production’a bir iki lafımız var tabi ki. Madem fotoğraf makinesi vs sokmayacaksınız içeriye o zaman oraya bir emanet dolabı yapıp başına da bir adam oturtmanız gerekir. İnsanlar Cuma akşamı olan bir konsere işlerinden güçlerinden çıkıp geliyorlar. Çoğunun yanında laptop, fotoğraf makinesi vb aletler olabiliyor. Neyse gecenin başlangıcında ki en komik olay ise Özge’yi arayan güvenlik elemanı bayandan geldi. “Fotoğraf makinelerini sokmuyorsunuz peki cep telefonlarının kameralarını ne yapacaksınız? Bantla mı kapatacaksınız?” şeklinde ki onları oyalama ve o sırada makinenin transferi için tam bir takım oyunu sergileme amaçlı soruma; “ Ama onların megapiksel’i küçük” demesiydi. Ayrıca makineyi gizlice içeri sokmamızdan sonra Özge’den şüphelenen ve Özge’yi tekrar aramak için kasan bayanın bu sırada 6-7 bayanın üstüne aramadan içeri sokması da megapiksel diyaloğu kadar olmasa da komikti…

En son yazdığım gibi hala konuşlandığımız yerde duruyoruz J Ablam klasik senaryoyu icra etmek istercesine “ben bir tuvalete gideyim” dedi ve ortadan kayboldu. Ancak biz Whitesnake ve özellikle David Coverdale’in klasik rock-star kaprisi yapmayacağını saatinde sahneye çıkacağını düşündüğümüzü söyledik ki aynen de öyle oldu. Saat 21:30 itibariyle Whitesnake, seyircilerin kulakları sağır eden çığlıkları arasında sahnedeydi. İlk iki şarkının Deep Purple yıllarından Burn ve Stormbringer medley’i olduğunu bilen bünyem bu şarkıların çabucak bitmesi için heyecan duyup bir yandan deliler gibi bağırarak söylerken bir yandan da Deep Purple hayranı ablamın tuvalette David Coverdale’den Burn dinlemesini düşünüyordum. (nasıl çelişki ise bende anlamadım. Coverdale arabesk söylese eşlik edeceğim demek ki!!!) Neyse pek hoşlanmadığım iki şarkıdan sonra gerçek Whitesnake zamanı gelmişti. Coverdale’in Deep Purple zamanlarında ki progressive ve rock-opera kimliğinden sıyrılması ve gerçek bir hard-rock grubu kurmasıyla şekillenen müzikal yaşantısı bizleri yaptığı albümlerle fazlasıyla tatmin etmişti ki biz zaten onun için oradaydık. (Biz = Ben)

İki şarkının arkasından Slide It In ve Love Ain’t No Stranger ile yolumuza devam ederken sesim çoktan kısılmıştı. Coverdale’in Türk izleyicisini canlı tutmak için yaptığı showlar ve muhabbetler Türk seyircisi üzerinde etki göstermiyordu. Konserlerde her zaman cool tavırlar sergileyen ben en sevdiği gruplardan birinin İstanbul’a gelip de sıradan bir konser vermesini istemediğim için 14 yaşında ki kızların Tarkan karşısında sergilediği performanstan çok fazlasını sergiliyordum. Neyse ki benimle aynı şekilde düşünen yüzlerce insan vardı etrafımda ve bu sonuç verdi. Konserin 5 veya 6. şarkısı Is this Love böyle gümbürtüye gitti. Bu tabiri kullanıyorum çünkü finali filan çok kötüydü ve Coverdale kısa bir ara vermek için içeri kaçtı. Neyse ki Tommy seyirciyi tekrar havaya sokmayı başardı ve konser bir karnavala dönüştü. Attığı davul solosu oynak Türk insanlarını etkilemeyi başarmış olacak ki konserin bundan sonrası inanılmazdı. Sıralarını tam hatırlayamasam da çalınan parçalar ve kısa yorumlarım aşağıda.

Burn / Stormbringer: Eh işte deep purple sonuçta L (şaka şaka güzeldi)
Slide it in Şahaneydi ama bence sırası yanlıştı
Love aint no stranger İnanılmazdı
Aint no love in the heart of the city Seyirci nakaratta sıçtı
Fool for your lovin Steve vai solosunu aradık. İnanılmazdı.
Is this love Finali güme gitti. David’in sesi büyüleyiciydi
Here i go again Yanlış girdi klavyeci. Konserin en güzellerindendi.
Give me all your love Seyirci katılımı ile şahane oldu
Ready an’ willing Çok az kişi biliyordu bu şarkıyı. Ben tatmin oldum J
Cryin in the Rain Performans show şeklinde geçti.
Bad Boys / Children of the night Bis’de çaldılar. Çalmayacaklar diye çok korktum
Still of the Night Bunun son şarkı olacağını biliyordum. Mükemmeldi.
Soldier of Fortune Tek başına Coverdale söyledi.Seyirci eşlik edip sıçtı.

Ufak ufak burada da bahsetmek istedim şarkılardan. Aint no love in the heart of the city’ de Coverdale seyirciyle nakaratı paylaştı ama dediğim heavy-metal gençlik sadece Stil Of the Night ve son dönem Whitesnake klasiklerine eşlik edebildiği için şarkının ırzına geçildi. Sadece Türk insanında olduğunu düşündüğüm bir davranış biçimi sergilendi yine ister istemez. Bilmiyorsan eşlik etme güzel kardeşim bağıra bağıra. Çoğu müzisyende de var bu davranış. Jam-Session felan olur birileri bir şey çalar sen sahnede o şarkıyı bilmeyen tek elemansındır ama eşlik edeyim dışardan mal gibi görünmeyeyim diye salak salak yanlış notalara basar birde üstüne poz kesersin. Sen enstrümanının sesini kısarak da efendi gibi eşlik edebilirsin, seyirciyle göz teması kurarsın veya duruma göre shaker felan alır çalarsın ki bu tarz sahnede nasıl davranılır, nasıl durulur konularında öğrenmemiz gereken çok şeyin doğrusunu gördük Coverdale’den o gece…

Daha çooook şeyler yazmak istiyorum konser hakkında ama ben konuşsam birisi not tutup yazsa ne güzel olur. Hava çok sıcak daha fazla uğraşamayacağım. Sonuç itibariyle gittik yerinde gördük arkadaşları. Ben Winger’a olan hayranlığımdan dolayı Reb Beach’i daha çok beğendim. Her ne kadar Whitesnake’de 2. gitarist’de olsa onun kalbimde ki yeri, sololarında kurduğu cümleler ve tuşe’si ile çok farklı. Doug ağabeyimizde virtüöz olmasına rağmen beni etkilemeyi başaramadı. Klavyeci ve basçı tam bir görev adamı bütün yapması gerekenleri yapıyorlar. Tommy zaten Whitesnake’in değişmezlerinden. Her şey güzeldi keşke seyirci de bu geceyi güzelleştirmek için daha fazla uğraşsaydı. Belki bu şekilde Whitesnake’i ikinci kez Bis’e çağırabilir birkaç parça daha izleme imkanımız olurdu. Neyse buna da şükür.

Esas oğlam Coverdale; onları bis’e çağırdığımızda gecenin Whitesnake açısından özetini çıkaran bir soru sordu bizlere;

Are you serious?

Ps: Bu arada Coverdale birine büyük ihtimalle What’s Up Türkçe’de ne demek diye sormuş. Buna Merhaba demek demiş olmalılar ki konserin sonunda bile Merhabaaa İstanbul diye bağırttılar adamı. Güzel kardeşim adamın demeye çalıştığı “ Nasıl gidiyor” “Memnun musunuz?” filan tadında atmosfer koklayıcı bir şey. Sen ona gidip dersen What’s Up Merhaba demek diye böyle olur işte. Tamam What’s Up, Merhaba da demek :) Ona bir şey demiyoruz.

Perşembe, Temmuz 27, 2006

Whitesnake Anı Defteri

Echoes Production'ın Whitesnake'e vermeyi düşündüğü anı defteri için biraz damardan bir yazı yazdım. Ahanda aşağıda:

Onlar Türkiye'yi nasıl bir ülke olarak biliyorlar acaba?

Hep yabancı medyanın onları sunduğu gibi olsa gerek. Burada onlar derken sadece Whitesnake ve David Coverdale'den değil tüm dünyadan ve dolaylı olarak tüm dünya müzisyenlerinden bahsediyorum. Bu ülkenin neler yaşadığını, istendiği zaman Avrupa ve modern sıfatı ile istendiği zaman ise Doğu ve bağnaz sıfatlarıyla adlandırıldığını bilemezler. Bu konular çok derin, o yüzden fazla üstünde durmayacağım. Benim yazımın konusu Rock müzik ve Whitesnake.

Onlar bilemez böyle bir ülkede bundan 15 sene önce Whitesnake albümlerini bulmak için neler çektiğimizi... Onlar bilemez çoğunluğun içinde azınlık olmanın getirdiklerini...
Bizler, ağabeylerimizden, ablalarımızdan bize kalan plaklardan öğrendik onları ve hiç sıkılmadan bunca sene peşlerine düştük, izlerini sürdük. Eski püskü kasetlerde dinledik...
Tek televizyon kanalımızda bir klibini izleme ihtimalini sevdik onların. Senelerce neye benzediklerini bilmeden sevdik onları kayıtsızca. Coverdale'i kendi hayal gücümüzle, sadece sesi ile yarattık belleklerimizde. Benim hayalimde iri yarı esmer bir adamdı Coverdale, ablamın ki sarışın beyaz tenli olgun bir adamdı belki kim bilir?

Amerika ve Avrupa'daki hayranlarıyla bizleri bir tutmasınlar! Bizler onların buraya gelme ihtimali ile ayakta durduk senelerce. Onları dinledik hep eleştirilirken. Türkiye'de öyle bir kitle var ki, Yunanistan gibi kapı komşularımıza kadar gelen Whitesnake'i ekonomik durumları nedeniyle gidip izleyemeyen. Ve bu insanların ortak cümlesi şu "Ölmeden Whitesnake'i canlı izlesek"

Artık devir değişti! Türkiye artık çok modern bir ülke ama köprünün altından çok sular geçti. Şimdi ki gençler hayran oldukları grupları İstanbul’da hemen her sene izlerken biz çağımızın gruplarını hep uzaklardan seyrettik. Canlı olarak göremedik bir türlü Winger, Kiss, Toto, Mr.Big ve diğerlerini...

En azından internet sayesinde takip edebiliyoruz artık Whitesnake ve bize uzak grupları. Bizler vefalı hayranlarız. Sadece Whitesnake’i değil tüm ailesini takip ediyoruz. John Sykes, Vandenberg, Neil Murray, Steve Vai nerede ne yapmış hep takipteyiz.

Bizi öldürecekse Parkorman'da öldürsün Whitesnake. Biz her türlü cefayı çekeriz yeter ki onları dünya gözüyle bir kez de olsa görelim. Sıradan bir show olmasın Cuma akşamı. Çünkü biz sıradan hayranlar değiliz! Biz bu ülkede Whitesnake ve diğerlerinin izinde giderek çok şeyi riske atmış birer paralı askeriz.

Son olarak Coverdale’in dediği gibi* neden bizim ufuklarımız hep uzakta tek suçumuz Asya-Avrupa ortasında %99’u Müslüman bir ülkede doğmak mı?

* i'm tired of waiting an' closing my eyes i'm asking myself why is it all my horizons are so far away